Sapsarı bir şehir Mardin…
Duvarları, aynı rengin farklı tonlarında boyalı sanki.Gözün alabildiğince estetik, içine çekebildiğince nostaljik.
Dar sokak aralarında eşeklerin çöp toplamak için gezindiği, bir yanda çan sesi ile diğer yanda ezan sesinin ortada buluştuğu, dillerin kucaklaştığı bir şehir…
Kahve kokusunun burnundan eksik kalmayacağı, badem şekeri ile ağzının tatlanacağı, midenin Sembusek üzerine İrok ile bayram edeceği bir şehir…
Hükmettiği Mezopotamya Ovası’nın insana yazdıracağı dize dize şiirleri, kulağından geçip yüreğine hükmedeceği harika ezgileri ve türküleri ile kendisini sana aşık edecek bir şehir…
“Bir tel çektim Mardin’den, bin ah çektim derinden
.Babisor suyu gibi yaş gelir gözlerimden…”
Bir şehir Mardin.
Hatta bir şehirden de fazlası. Onlarca kültür ve uygarlığın ortak paydası…
Diyarbakır Kapı’dan “eski” şehre girip başını bir kaldırdığında eskinin ne kadar daha değerli olduğunu sana kabul ettirir.Yeniye dönmek istemezsin.Özün seni çağırır ama “el mahkûm” der gidemezsin…
Ummadığın sevdalara salar başını. Merak edersin, dilleri, dinleri ve coğrafyayı.
Gündüz güzelliği sadece bir ön gösterimdir aslında.Birde gece görünce ışık ile taşın dansını o zaman çıkarır kalbindeki yangının aslını.
Söz yetmez, dil dönmez.Kalır izlersin sadece.
Gecesi de gündüzü de tarihinin aynası.
Kaç cana kucak açtı, kaç anaya süt verdirdi kim bilir.
Kufi yazının en nadide örneklerini barındırması sadeliğinin aynası…
Bu zevke seninde varabilmen dileğiyle, fuş başlomo*…
*Aramice – Selametle
Yağız Çimen